Thursday, September 5, 2013

Yaz biterken en sübjektifinden ve umarsızından bir tatil yazısı!


Cıstak cıstak cıstak ordayız!

Iyi ki bu şarkılar var ve bazı yerlerde hep onlar çalıyor.

Yoksa eve girip kafamızda bekleyenleri yazamayacağız.

An itibarıyla bulunduğum Güzelçamlı sahili, Türkiye’nin denizi en güzel yerlerinden biri, bana göre tabii. Ama insan sahilde çok uzun süre kalamıyor çünkü gece gündüz demeden sahildeki derme çatma  barlardan sadece cıstak ritminden ibaret bir müzik yayını yapılıyor. Bu tarz müziği çok anlatmama gerek yok, Mehmet Tez geçen seneki yazılarından birinde dup dup müziği olarak kavramsallaştırmıştı.
Mekanların dış görünüşleri hep aynı, sazlardan derme çatma bir bar, plastik sandalyeler, dev hoparlörler ve fonda sonsuz cıstak. Bir şaşırtıcı örnek gördüm, adı Robinson, Karayip Korsanları dekoru yapmış derken mekanın afişine gözüm ilişti: “her akşam bağlamada Mustafa Dündar”. Maalesef bağlama bu sahillerin müziği değil, içkisi çay hiç değil.

Sabah 9 -12 arası deniz bir çarşaf, billur gibi suyun tadını çıkaran 60 yaş üstü grup işi biliyor.Hiç bir güç onları evlerine yürüme mesafesindeki bu denizden ayıramaz. Bir saat denizde kaldıktan sonra duş alıp ayakları dışında hiç bir yerlerine kum değmeden doğru eve gidiyorlar, rutinleri bu. Onlar gittikten sonra cıstak müşterisi geliyor, herkes halinden mutlu. Bir de cıstak müşterisi çöp bırakmasa bomba olacak.  Ama cıstakla çöp ayrılmaz ikili gibi. Sigara izmaritlerini çöp saymıyorum bile, ambalaj, pet sise, midye kabukları, arada bir bira şişesi, bolca şişe kapağı… İnsanın proje üretesi geliyor. Güzelçamlı belediyesi çöp olayını tamamen unutmuş, sahilden 100 metre içeriye kadar hiç çöp kovası yok. 

Allahtan bazı yerlerde baskın kültür bu değil. Çeşme’ye her türlü şapka. Tek kusuru pahalı olması ama insan kendini Bodrum’daki gibi hem para harcayıp hem kötü hissetmiyor. Sunulan şeyler pahalı olsa da insanı tatmin ediyor. Tabii bilinçli olmak lazım. Gidip standart yerlere oturup da çok para ödeyenler iki satır okumadan gezilmeyeceğini anlamalı. Araştırmıyorsun, sonra laf ediyorsun. (Foursquare uygulamasında kullanıcılar farklı beklentilerle gelip mekanları beğenmiyorlar, sonra veryansın ediyorlar. Bu yorumlara kaldıysak Türkiye’de gidecek yer yok !)

Alaçatı’da taş evler, iyisi de var kötüsü de, araştır kardeşim. O kadar para vereceksin, bul sana uygun olanını. Ben öyle yaptım. Bu kadar da pahalı nasıl olur dedim ama el mecbur Çeşme’ye gidilecekti, bir taş ev seçtim. Ayrılırken cepten çıkan paralar helali hoş olsun demek geliyor insanın içinden. Adres: 1850 Hotel Alaçatı. 

Alaçatı 1850 Otel

Personelin sıkmayan ilgisi en üste koyup hemen ardından 5 yıldızlı otellerde bulunmayacak zenginlikte kahvaltıyı söylemek gerek. Her üründen az az, hepsi özenle seçilmiş, reçeller orada yapılıyor. Tam yok artık denecekken kepekli undan gözlemeler çıkıp geliyor. İnsanın huzur içindeki bu bahçeden çıkası gelmiyor. Unutmadan, burada cıstak yok, otel mimarisiyle, konseptiyle Türkiye’nin kaybettiği Rum kültürüne bir ağıt yakıyor ve kahvaltıda da bu konsepte uygun olarak Rum/Yunan müzikleri çalıyor. Sadece 5 odası var, yer kalmadıysa üzülmeyin çünkü bunun gibi başka oteller de var. Araştırın bulun. Tek tavsiyem Alaçatı'nın geceleri cıstağa boğulan sokaklarında olmasın, buralarda ne uyunur ne huzur bulunur.

Çeşme, Bodrum, Kuşadası, e buraları da kimse kusura bakmasın en iyi biz biliriz!!! Çeşme tartışmasız bir numara ve en önemlisi de denizi. Bodrum’un plajları da tabii çok güzel ama cıstak yüzünden, fahiş fiyatlara satılan dandik şeyler ve insanlar jet ski sefası yapsın diye sınırlandırılan yüzme alanları yüzünden hiçbir albenisi yok. Ben de bulamamış olabilirim. İtirazı olan varsa, bir yer önersin gidelim. Fikrimi seve seve değiştirmeye hazırım. Ne mi istiyorum? Bir kere bir beach club sadece deniz girip şezlong kullanmak istemeyenlerden giriş ücreti almamalı. Zaten kanun bunu gerektiriyor ve uygulanması da o kadar zor değil. Uygulayan yer Kum Beach, yer Çeşme. Özellikle ilk kez gidenler ve ne ile karşılacaklarını bilmeyenler için çok iyi. Bütün bir günü aynı şezlongda yatarak geçirmek istemeyenler için de. Deniz tek kelime ile şahane:

Çeşme Kum Beach

Çok uzak değil Yunanistan’da hiç bir beach club şezlong ve şemsiye kullanmayanlardan para almıyor. Yunanistan'da Kum Beach ayarındaki kulüplerde de şezlong kirasının 3-5 avro olduğunu da hatırlatalım. İspanya’da da 5-8 avro. Türkiye’de 12,5 avrodan başlayan fiyatlarda üst limiti duyan beri gelsin. Çeşme'yi yıkama yağlamaya devam, Kum Beach’te 30 da çok değil, o denize, o güzel müziğe, insanın gözü önünde taze meyvelerden hazırlanan frozenlara. Çıkarken helal olsun kardeşim aldığın paraya diyorsun. Yalnız Eda Taşpınar burada takılıyor ve hiç bir şey yapmadan sadece yatarak nasıl ünlü olunur insanı hayretler içinde bırakıyor. Ama ne yapalım yine de buranın artıları çok fazla. 

Cıstak cıstak cıstak burda yok..

Çeşme’de yemekler Türkiye standartlarında iyi, kazığı yiyin ama taze deniz balığını da yiyin. Diğer Akdeniz ülkelerinden sonra Türkiye’de kabuklu yemek manasız. Bir kaç yer dışında her yer superfresh karides getiriyor. İtalya’yı bilmem ama deniz mahsulü için Yunanistan ve İspanya kapışır. Kabuklularda İspanya burun farkıyla önde. Ahtapot ve kalamarda da Yunanistan. Türkiye’de de balık önde. O yüzden Çeşme Ferdi Baba’da deniz balığını görün, seçin ve yiyin, mutlu olun.. Açıkçası Bodrum’da da Terzi Mustafa’yı anmasak orada yediğimiz balığa haksızlık olur. Gümüşlük’ teki Mimoza gibi fiyatların iki kat arttığı yerler ise bence hata yapıyor ama bakalım ne zaman fark edecekler. Belki de hiç ama olsun. Mezelerde de Çeşme ve Bozcaada olmasa Türkiye’nin hali harap. Neredeyse her yerde aynı yavan mezeler saçma fiyatlarda masaları dolduruyor. Yine Çeşme’ye şapka.

Alaçatı Port Ferdi Baba

Gece mekanlarından bir tek Öküz’e gittim. Pazar gecesi olduğu için boştu, bir değerlendirme yapmak yanlış olur. Bu yaz birkaç sohbette hep andık; en sevdiğim bar çok kısa ömürlü olan Kuşadası Sandal’dı. Ömrü 1999 – 2003 falandır en fazla. Denizin üstünde beyaz ahşap bir iskeleydi sadece, çok sadeydi ve çok şıktı. En önemlisi müzik her zaman çok iyiydi. Ondan sonra yine Kuşadası'nda aynı konseptte ve daha büyük olan Jade açıldı ve Sandal’ın yerini bir dönem tuttu. Bu yaz yine oraya gittim, kuşa dönmüş, suyun üstündeki iskeleler kalkmış, bir tek Güvercinada manzarası baki. Müzik ise 01:30a kadar yabancı, ondan sonra da adını bilmediğimiz Türkçe cıstaklar. Koşarak uzaklaşalım... Tam Kuşadası öldü diyecekken Hayal Kahvesi açılmış, sevindik kendileri de Kuşadası’na can verdiklerinin farkında. Çok güzel olmuş, bundan sonra benim adresim net burası. Belki burası yeni bir silkinmenin başlangıcı olur etkisi Kaleiçi'ne de yansır. Ne diyelim hayırlısı. 

Hayal Kahvesi Kuşadası

Bu zevkle karşılaştırıp durduğum Akdenizli arkadaşlar arasında yaz eğlencesini en iyi bilen Fransızlar. Öğleden sonra Blush (açık pembe şarap, roze değil) demlenmeye başlayan ve şarap yemek işini çözmüş olan Fransızlar çoluk çocuk genç yaşlı sabaha kadar içiyor ve kendini rezil etmeden partiliyor. Ve ille de bizim gibi mekan mekan dolaşmıyorlar. Herkes evlerde, bahçelerde. Komşulardan en ufak bir şikâyet gelmiyor ve erken yatmak isteyenlere ve ortamda havuz varsa gece atlamayana yan gözle bakılıyor. Fransızların parti potansiyeline bir kaç şapka.

Niolon, Fransa
     Eguilles, Fransa

Cıstak cıstak cıstak yine de şanslıyız.

Bu yaz Fransa ve İspanya’da da biraz yüzdük ve Ege denizinin yüceliğini bir kez daha tescillemiş olduk. Tabii kendimiz için! Fransızlar kendi calanque (genelde beyaz kalker kayalıklı küçük koy) plajlarına bayılıyorlar, Allah için güzel ve deniz temiz, ama bir Ege değil. Suyun rengi koyu ve billur gibi değil. Ege derken sadece Türkiye değil Yunanistan için de konuşuyorum. Hatta Yunanistan biraz daha şanslı, çünkü Türkiye’nin güzel plajlarını sayınca hemen bitiyor (mavi tur yapmadım, tabii o da benim ayıbım), ama üzerinde yaşam olan 400 civarı adası olan Yunanistan’da güzel plajlar bitmiyor.

Ege denizindeki sahiller bence en büyük şanslarımızdan biri. İspanya’nın da mutlaka iyi plajları vardır, biri bana söylesin neredeler, oraya gidelim. Bu yaz Benicassim’de denize girdik, festival dolayısıyla. Renk mükemmel ama su sıcak ve günün hiç bir saatinde dip görünmüyor, bir Egeli için fiyasko! Yalnız insanlar medeni, kumsal tertemiz, göze veya kulağa batan en ufak bir falso yok, Ege maalesef bu sakinlikten giderek uzaklaşıyor.


Cıstak cıstak cıstak derken yaz bitti

Anlattıkça tekrar yazı yaşadım, anladım ki ben gezdikçe mutluyum, hatta gezmek için yaşıyorum. Bu sene de tatili Midilli’de noktalamak istiyordum. Kısmet değilmiş, gidemedim ama uzun zamandır gözlemlediklerimi yazdım. Bir de Efes’e gitmek istiyordum bu yaz, olmadı.  Kazılar ne durumda, yamaç evler kazısı sanki uzaktan bakınca biraz daha genişlemiş gibi, onu da başka biri anlatsa çok iyi olurJ

Thursday, August 8, 2013

On otuziki



Lisede bir arkadaşım saatin akreple yelkovaninin üstüste geldiği anları yakalamaya çalışırdı, o anları yakalayabilirse sevdiği çocuk onu düşünüyor demekmiş. Bu bayram sabahı telefonu şarjdan alırken ekran ışığı yandı ve saati gördüm. 10:32. On otuziki Ören’de özellikle bayramlarda akrabalarla dolup taşan evimizin telefon numarasıydı. Gözümü açtığım andan beri aklımda ailem vardı, herhalde ailemden birileri de o an beni düşünüyor dedim içimden.

Ören'deki evde çevirmeli açık pembe rengi telefonun üzerinde özenli bir el yazısı ile 1032 yazardı. Daha önce sadece 32ymiş o numara. Sonra Ören numaralarının başına 10 konmuş. Telefonun hemen girişteki yemek masasında durduğu o evle ilgili anılar zihnimde canlanmaya başladı on otuzikiyi görünce. Bizi hep güldüren Ayşe teyzem bir gün ahizeyi kaldırıp Burhaniye postanesini çevirmişti.

A: Kardeşşşş, postacı Recep’in ev telefonunu verir misinizzzzz?
B: Soyadı nedir hanımefendi postacı Recep’in?
A: Valla bilemiyorum 30 sene önce öldü.

Annem ve teyzelerim Burhaniye’nin onlar büyürken nasılsa öyle kaldığını düşünürlerdi. Bu düzene göre postanedeki herkes Postacı Recep’in ev telefonunu bilir, tüm dükkanlar Yunus Nadi’yi tanırdı. Genç yaştaki tezgahtarlar 70lerin başında hayatını kaybetmiş Burhaniye eşrafından dedemiz Yunus Nadi’yi tanımadıklarını söyleyince biz küçüklere bir kaç günlük malzeme çıkardı. 

Ören’deki ev, özellikle anneannem orada kaldığı için bayram seyran düğün dernek her daim dolup taşardı. Vasfiye ablamın nişanı olduğu 1992 senesinde ev yine kapasiteyi fullemiş, odalar dolu, salondaki garip koltuklar da yatak olmuştu. Nişandan dönülmüş tüm yataklar yapılmıştı ki kapı çaldı ve iki kişi daha yatıya geldi. Salondaki halının üstüne bir battaniye serip öyle yattığımızı hatırlıyorum.

Aklımda bu güzel anılarla kapısı her zaman açık olan ailemin bayramını en içten dileklerimle kutluyorum.


Wednesday, April 24, 2013

Cenevre Yazıları 3 - kitap, kitaplık, kitapçı

Hayatımda ilk defa bu kadar kitapsızım! Buraya çok az kitap getirdim, günlük dil Fransızca olduğu için önünden geçtiğim kitapçılarda pek İngilizce kitap olmazmış gibi geldi, girmedim bile. Ev eşyası falan derken kitap almayla da ilgilenemedim pek, İstanbul'dan gidip gelirken de daha çok değişen mevsime göre kıyafet getirdim. Üstüne bir de İKEA'dan büyük bir kitaplık aldık, aylar oldu, salonun ortasında bu kitaplık bomboş duruyordu. Ta ki bir gün güzel bir havada Cenevre'nin alışveriş caddesinde yürürken, kitap ve çerçeveli resim satan küçük bir pazar kurulmuş olduğunu görene kadar.. Eski kitaplar satan bir tezgaha bir umut belki İngilizce kitap vardır diye yaklaştım, hemen bir kaç kutu İngilizce kitap gözüme çarptı, sevindim. İçlerinde bir de ne göreyim, uzun zamandır okumak istediğim Buddenbrooks. Orhan Pamuk'un son kitaplarından birinde bir yerde Cevdet Bey ve Oğulları romanının Buddenbrooks ile ilintilendirdiğini okuduğumdan beri aklımda bu kitap vardı. Daha önce de Thomas Mann'ın Büyülü Dağ romanını okumuştum ve sevdiğim yazarlar arasında üst mevkilere oturtmuştum kendisini. Neyse kapağı açtım, fiyat 4 frank, o an o kadar ucuz geldi ki.. Oysa düşünüyorum Almanya'da falan da bu tip kitaplar falan 3-5 avro arasında olurdu ama "aa ne ucuz" demezdim. İnsan psikolojisi işte, Cenevre o kadar pahalı bir yer ki 4 frankın zihinlerdeki tercümesi "1 milyon" gibi bir şey:))

Her neyse, Buddenbrooks, elde var bir, kendimi "1 milyoncu"da hissettiğim için oradan gözüme ilişen bir Fitzgerald romanını, hala 8 franka satıldığına inanamadığım bir Karl Popper kitabını (The Open Society and its Enemies 2.cilt) ve bir kaç farklı nedenden ötürü tezgahta bırakmak istemediğim Midnight Express'i de aldım. Bu sonuncusu için bir kaç farklı nedenim vardı evet; önce her kitapsever gibi herşeyi okuma hevesiyle atladım kitabın üzerine, bir kaç sayfa karıştırdım ve buna gelene kadar daha neler okurum diyerek geri bırakıyordum ki, Türkiye hakkında bu kitabı (yani o filmin senaryosu olan bu kitabı) okumasın artık kimse duygusuyla yine de satın aldım!! Hala bazen içimden geçenin tam olarak bu olduğuna inanamıyorum. Belki de şöyle düşündüm; Türkiye'nin kültürel anlamda Batılı seyirciye, okuyucuya hiç bir şey sunamadığı 80ler ve 90larda o insanlar sadece ve sadece bu filmi izlediler. 2000 senesinde New York'ta ne kadar video kiralayan dükkana girdiysem hepsinde bu film vardı ve Türkiye'yi anlatan yabancı veya Türk yapımı hiç bir film yoktu. Zar zor bir videocuda Yılmaz Güney'in Yol filmini buldum ve yaşadığım Amerikalı aileyle bu filmi izledik. Türkiye için bu dönemler geride kaldı diye düşünüyorum ve çok seviniyorum. Velhasıl, çocukluktan kalma karmaşık hislerle o Midnight Express'i kaldırdım o tezgahtan...

Kitaplığımın bu ilk parçaların iç sayfalarına daha önce bütün kitaplarıma yaptığım gibi adımı, o günün tarihini ve kitabı aldığım şehri yazdım: Cenevre. Bu şehrin ismini oraya yazmak da benim için yeni bir "artık buradayım" deme şekli. Bugüne kadar, göçle ilgili o kadar çalışma oku, film izle, anlatı dinle, düşün taşın, yine de insan zihninde göç nasıl bir etki yaratıyor bunu anlamanın en garantili yolu göç etmek. Sosyal bilimlerde deney yok dediler yaptım, göç ettim. Mesafeler kısalmış mı diyelim yoksa bünyem sık yer değiştirmeye alışık mı diyelim buraya geldiğim iki hafta aslında burada olduğumu anlamadım, yani zihinsel olarak bu şehirde değildim hala. Ancak geldikten iki hafta sonra bir sabah artık Cenevre'deyim diyerek uyandım, ve zihinsel olarak buraya "göçtüm". Bir başka zihinsel sürpriz de bir kaç hafta önce Amerika'ya gittiğimde ev/şehir olarak Cenevre'yi özlememdi. Kitapların ilk sayfalarına yazdıklarım da bunun gibi, yıllarca elimin otomatik olarak yazdığı "İstanbul" yerine "Cenevre" yazmak "ben buradayım, buraya göç ettim" dedirtti bana!

Kitaplar yavaş yavaş birikmeye başladı böylelikle, salonumuzda mini bir kitaplıktan söz edebiliriz artık. Her an e-kitap okuyucu almak için harekete geçecek olsam da bunun artık kesinlikle kütüphanemin yerine geçecek bir şey olmayacağını, sadece kütüphanemi destekleyen bir gereç olacağını biliyorum. Kitaplarla şu yukarıda kurduğum ilişkiyi kaybetmek benim kendimden, hayattan aldığım taddan bir şeyler kaybetmemle eşdeğer çünkü. Kitaba dokunmam lazım, kitabı koklamam lazım gibi klişelerden bahsetmiyorum değilim, ama yukarıdaki gibi her kitap bir hikaye benim hayatımda ve bu hikayeler benim için fazlasıyla değerli.

Halihazırda süren okumalarım

Kitaplığımdaki kitaplara geri dönecek olursak Buddenbrooks bana klasiklerin önemini bir kere daha hatırlattı. Mann'ın şahsen çok yakından tanıdığı bir zümrenin, Hamburglu tüccar bir ailenin hikayesi etrafında kurguladığı bu roman, beni bir çok klasik gibi baştan sona sürükledi. Hakkında çok az şey bildiğim ve başarısız addedilen Avrupa'daki 1848 devrimleri ve toplumdaki etkileri açısından tarihsel olarak öğretici de. İngilizce okumaktan memnun değildim başlarken ama maalesef bu ölümsüz eserlerin Türkçe çevirileri çoğu zaman akıcı olmuyor ve insanı romanın kendisinden soğutuyor. J.E.Woods'un İngilizce çevirisini, bu konuda bir yetkinliğim yok ama, hiç zorlanmadan takip ettiğimi eklemeliyim.

Daha bu kitap elimdeyken Türkiye'ye gideceğimi bildiğim için Türkçe kitaplardan oluşan online bir sipariş vermiştim. Açıkçası bugüne kadar Hasan Cemal'e hiç şans vermediğimi farkedip bir kitabını da eklemiştim ilk defa: Kimse kızmasın, kendimi yazdım. Hasan Cemal'i listeme eklememin en önemli nedeni Türkiye'de her geçen gün daha vahim bir hal alan iktidarın sansürcü, baskıcı politikaları sayesinde haksızca işinden olduğu halde bütün süreçte takdire şayan bir net duruş sergilemiş olması. Bu adamın düşüncelerinin evrimini merak ettim ve kendi düşünsel tarihçesini anlattığı bu kitabı seçtim. Kitabı elime alır almaz Türkiye yakın tarihi hakkında okumayı ne kadar sevdiğimi bir kez daha hatırladım, düşüncelerini beğeniriz beğenmeyiz, Hasan Cemal çok iyi bir anlatıcı.

Türkiye yakın tarihi hakkında ne kadar okusak yine azmış gibi geliyor. O kadar çok şey öğreniyorum ki okudukça. Benim ilgimi çeken tarihsel detaylar bir yana, asıl olan Hasan Cemal'in kendisiyle hesaplaşması, bunu zihninde yaptığı şekilde kaleme alması, iç sesiyle yaptığı mücadeleyi vermeye çalışması bu kitabın en önemli özelliği. Ancak, yapmak istediği bu zor şeyi kotardığını sanmıyorum Hasan Cemal'in. 60ların sonu 70lerin başındaki düşün dünyasını bugünün parametreleriyle amansızca eleştirerek, hem kendisine hem de dönemim solcularına haksızlık ettiğini düşünüyorum bazen. Ama bu kitabı daha bitirmediğim için belki daha fazla konuşmam için erken.. Ama Hasan Cemal'i bir Halil Berktay gibi "1 Mayıs 77de solcular birbirini vurdu" gibi tekçi anlatımlar eşliğinde kişisel tarihiyle sado-mazo bir ilişki kuranlardan ayırmak da şart.

Tarihle yüzleşmek; zihinlerimiz, yazınımız ve bilim çevreleri düşe kalka uğraşıyoruz, çabalıyoruz, didiniyoruz bu yolda. Hasan Cemal'in kişisel hesaplaşmasıyla aynı anda da Ayhan Aktar'ın yayına hazırladığı Sarkis Torosyan'ın anılarını ve etrafındaki tartışmayı okuyorum- basılı olarak değil bilgisayardan. Anıların çok başındayım, o yüzden yorum yapamıyorum. Bu tartışmadan yaka silkenler de oldu, bense çok olumlu bakıyorum, Çanakkale savaşları tarihine ve başka tarihsel olaylara eleştirel bakabilmenin çok daha yakın olduğunu görüyorum Torosyan'ın anılarına bu kadar ilgi olmasından.

Cenevre'de rastladığım tek Türk yazar

Aslında daha çok Cenevre'deki kitapçılar, kitaplarım üzerinden buradaki hayatımı anlatacaktım ama baktım konu Türkiye'de tarihle yüzleşmeye çekiyor beni... Geçen gün yaşadığım bir şoku anlatarak kitapçılarla ilgili bu yazımı bitireyim. Yine aynı alışveriş caddesinde bir arkadaşımı beklerken daha önce girmediğim büyük bir kitapçıya girdim, ismi Payot, biraz dolaştıktan sonra Fransızca dışında hiç bir dilde yayın olmadığına kanaat getirip çıkmak üzereydim ki sordum, İngilizce fiction / kurgu eserlerden oluşan küçük bir bölümleri varmış, hemen o bölüme gittim. Bir kaç klasik, genellikle best sellerdan oluşan cılız bir seçki derken gözüme bir şey ilişti, bir "Sh...." gördüm sanki, evet evet bir "Shafak" gördüm, hatta bir değil iki "Elif Shafak" romanı gördüm o cılız İngilizce kurgu bölümü içinde. Aldığım Midnight Express'i bırakıp bu "Shafak"ları o raftan kaldırmak istedim, aynı çocuksu hislerle...



Thursday, March 14, 2013

Cenevre Yazıları 2 - Peynir: Bir Yerden Başlamak Lazım

Burada tanıştığım tek tük Cenevreli'den birisi İstanbul'dan geldiğimi öğrenince şöyle demişti "İstanbul yaşayan bir şehir, kendi dinamiği var. Burada ise şehir ölü, yaşayan sadece insanlar." İstanbul'dan farkı bir yana, Cenevre Avrupa'nın genelinde etkili olan endüstriyelleşme ve köyden kente göç gibi süreçlerden de bağımsız olarak kentleşmiş. Saatçilik ve diplomasinin etkili olduğu bu kentleşmeye daha sonra ayrıntılı olarak değineceğim. Amacım şimdilik Cenevre'nin ve İsviçre'nin şehirli değil de kırsal bir üst kültüre sahip çıktığından bahsetmek. Ülkenin milli kültürünü en iyi özetleyen görsel süt, peynir, patatesin merkezde olduğu karlı bir dağ mizanseni. Bunu en iyi turistik eşya satan dükkanlardan anlıyor insan, satılan magnetlerin teması diğer Avrupa şehrilerinden olduğu gibi bir anıt, bina, tarihi eser vs. değil de dağ evi, guguklu saat, çan, peynir ve çikolata. İsviçre kendini bu kırsal kültürüyle betimliyor. Sadece turistler için değil, yerel halkı hedef alan reklamlarda da bu kır manzarası ve özellikle peynir çok sık kullanılıyor.

Ana Yemek Olarak Peynir: Fondü ve Raclette

Bir önceki yazımda buradaki pizzacılardan bahsetmiştim. Taze malzeme, odun ateşi, İtalyanlar pizzaların güzel olmasında etken ama bunlar bir yere kadar. Asıl peynir güzel olduğu için pizza güzel oluyor. İtalyan mutfağının Cenevre'de serpilmesinin en önemli sebebi peynir çeşitleri ve bolluğu. İsviçre'nin milli yemekleri de yine peynir üzerine kurulu olan fondü ve raclette. Genelde fondü deyince herkesin aklına çikolata fondü geliyor ama burada fondüsü yapılan tek şey peynir. Gravyer (Gruyere) ve Vacherin peynirlerinden eşit miktarda alınıp büyük bir tencerede eritiliyor. Masanın ortasına konan bu tencereden herkes uzun çatallarla ekmeğini bandırarak yiyor. Raclette ise haşlanmış patatesin üstüne erimiş peynir akıtılarak yenen bir yemek. Fondü genelde bizim gibi kompleks yemek kültürlerinden gelenlerde biz bu ekmek peynirle nasıl doyacağız sorusunu gündeme getiriyor. Allahtan bugüne kadar bu şüpheler genelde boşa çıktı ve gelen tencere tencere peynirler fazlasıyla doyurucuydu.

Fondü ve racletteten anlaşılacağı gibi milli mutfağın peynir üzerine kurulu olduğu bu ülkede marketlerde peynir ve şarküteri ürünlerinin satıldığı reyonlarda kaybolmak işten değil. Peynir reyonunun önüne gelince insan sanki bir bilgisayar programı yazması gerekiyormuş gibi bir hisse kapılıyor ve bu yükün altına giremiyor. İlk zamanlarda bu hislerle peynir reyonuna hafif yaklaşıp bir parmesan bloğu alıp uzaklaşıyordum. Bir kere de sokakta kurulmuş bir pazarda adını bilmediğim bir peynirden küçük küçük kesmişlerdi, deneyip hoşuma gidince almıştım. Sonunda bir gün market alışverişinde bir yerden başlamak lazım dedim ve bu peynir reyonu fobimi yendim. Alıcı gözle bakınca reyonda gözüme iki tanıdık isim ilişti: Emmantaler ve Gruyere. Emmantaler şu meşhur delikli peynir. Bu peynir Amerika'da swiss cheese olarak satılıyor. Türkiye'de de küçük bir parçası 20 TLye falan satılıyordu, son bir kaç senede fiyatları biraz daha makul seviyelere indi. Az önce adı yine geçen Gruyere de bu isme sahip kasabanın peyniri, Türkçesi gravyer. Bizim Kars gravyerinden de bilindiği gibi yoğun aromalı bir peynir. İki peynir de özellikle yoğun kırmızı şaraplarla çok uyumlu.

Artık her market alışverişimde bu Emmantaler ve Gruyere peynirlerinden alıyorum ve bunların yanına daha önce denemediğim bir peyniri ekliyorum. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine Manchego isimli bir İtalyan peyniri denedim, çok başarılı buldum. Keçi peynirleri de az yağlı olmaları sebebi ile sıklıkla tercih ettiğim peynirler arasında yerlerini aldılar. Tabii suyun içinde satılan mozzarellalar her ne kadar çok yağlı olsalar da yine alışveriş sepetinde kendilerine yer buluyorlar. Bütün bu peynirlere rağmen insan yine de tam yağlı bir ezine istiyor arada. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine marketlerde satılan Türk beyaz peynirini aldım ama hiç bir tat alamadım. Bazı şeylerin yeri tabii ki de hiç dolmuyor.


Tuesday, March 12, 2013

Cenevre'de İtalyan mutfağı


Cenevre'ye yerleşeli neredeyse iki ay olacak. Aklımda çok yazı fikri birikti. İstanbul'dan başka bir şehre taşınmak, burada kışa damgasını vuran "dağ yaşantısı", peynirler, çokdilli günlük hayat vs. vs. Ama az önce yediğim pizza buradaki İtalyan lokantaları ile ilgili bir yazıyı tetikledi.

Cenevre'den beklenmeyen sürpriz benim için damak çatlatan İtalyan lokantaları, özellikle de pizzacılar.  

Az önce yediğim dün akşam evimizin çok yakınında "alelade" görünümde L'Ambiance'da ısmarlayıp bitiremediğim ve paketletip eve getirdiğim bir pizzaydı. Quattro stagioni yani dört mevsim. Akşamdan kalıp ısıtılan pizza ne gibi bir tat verebilir ki beklentisiyle bir ısırık aldım, lezzetten neredeyse gözlerim yaşardı. Bu üstelik burada yediğim en iyi pizza bile değil. Ama odun ateşinde taze malzemeler kullanılarak yapıldığı için ertesi gün de tüm ihtişamını koruyor.

Asıl en beğendiğim pizzayı Luigia'da yedim. Burası her daim dolup taşan bir İtalyan lokantası. Eminim diğer yemekleri de güzeldir ama spesiyal pizzasından daha onları denemeye fırsat gelmedi. Spesiyal pizzanın içinde muazzam güzellikte peynir, trüf mantarı ve sanıyorum bacon var. Bunların isimlerinin hepsini garsona sorup öğrendim, ama başdöndüren lezzet sebebiyle unuttum. Tek hatırladığım ayaklarımın beni her hafta bu restaurant'a götürdüğü. Spesiyal pizza öncesi de yine vazgeçemediğim bir lezzet taze mozarella ile yapılan Caprese salatası. Domates, mozarella, bir fesleğen yaprağı, çok hafif zeytinyağı, bu kadar yalın, bu kadar güzel...

Sebep yine aynı, taze malzeme, verimi çok düşük manda sütünden yapılmış, sanıyorum her gün taze tedarik edilen mozarella peyniri. 

Rue de la Servette'teki İtalyan trattoria ve bizim evin yakınındaki Les Tilleuls yine çok iyi pizza yapan yerler. Yakınlardaki dağ kasabası Chamonix'de Casa Valerio'da çok iyi pizzalar yedik. Bahsettiğim bu restaurantların çoğunda sadece İtalyanlar çalışıyor. Luigia'da özellikle garsonların hepsi İtalyan. Dolayısıyla restaurant, malzeme ve personel açısından Cenevre'de belirgin bir İtalyan esintisi var. Dünya mutfağının envai çeşit örneğinin bulunduğu bu şehirde İtalyanlar kendilerine belirgin bir yer edinmişler. İtalyan mutfağının peynir eritme üzerine kurulu Cenevre mutfağından daha sofistike olması da bu esintiyi güçlendiriyor.

Bütün bu bahsettiğim yerlerde gözünüzü kapayın ve menüden rasgele bir İtalyan şarabı seçin, o kadar cesur olun çünkü öyle kötü şaraplar içmişiz ki ne içersek güzel geliyor. Ama ben dün ne yaptım, İtalyan garsona sordum, ne önerirsiniz bu pizzayla diye, güçlü bir şarap istedim, Nero d'avola önerdi. Bir kadeh yetmedi, iki kadeh içtim, çok güzeldi!