Wednesday, April 24, 2013

Cenevre Yazıları 3 - kitap, kitaplık, kitapçı

Hayatımda ilk defa bu kadar kitapsızım! Buraya çok az kitap getirdim, günlük dil Fransızca olduğu için önünden geçtiğim kitapçılarda pek İngilizce kitap olmazmış gibi geldi, girmedim bile. Ev eşyası falan derken kitap almayla da ilgilenemedim pek, İstanbul'dan gidip gelirken de daha çok değişen mevsime göre kıyafet getirdim. Üstüne bir de İKEA'dan büyük bir kitaplık aldık, aylar oldu, salonun ortasında bu kitaplık bomboş duruyordu. Ta ki bir gün güzel bir havada Cenevre'nin alışveriş caddesinde yürürken, kitap ve çerçeveli resim satan küçük bir pazar kurulmuş olduğunu görene kadar.. Eski kitaplar satan bir tezgaha bir umut belki İngilizce kitap vardır diye yaklaştım, hemen bir kaç kutu İngilizce kitap gözüme çarptı, sevindim. İçlerinde bir de ne göreyim, uzun zamandır okumak istediğim Buddenbrooks. Orhan Pamuk'un son kitaplarından birinde bir yerde Cevdet Bey ve Oğulları romanının Buddenbrooks ile ilintilendirdiğini okuduğumdan beri aklımda bu kitap vardı. Daha önce de Thomas Mann'ın Büyülü Dağ romanını okumuştum ve sevdiğim yazarlar arasında üst mevkilere oturtmuştum kendisini. Neyse kapağı açtım, fiyat 4 frank, o an o kadar ucuz geldi ki.. Oysa düşünüyorum Almanya'da falan da bu tip kitaplar falan 3-5 avro arasında olurdu ama "aa ne ucuz" demezdim. İnsan psikolojisi işte, Cenevre o kadar pahalı bir yer ki 4 frankın zihinlerdeki tercümesi "1 milyon" gibi bir şey:))

Her neyse, Buddenbrooks, elde var bir, kendimi "1 milyoncu"da hissettiğim için oradan gözüme ilişen bir Fitzgerald romanını, hala 8 franka satıldığına inanamadığım bir Karl Popper kitabını (The Open Society and its Enemies 2.cilt) ve bir kaç farklı nedenden ötürü tezgahta bırakmak istemediğim Midnight Express'i de aldım. Bu sonuncusu için bir kaç farklı nedenim vardı evet; önce her kitapsever gibi herşeyi okuma hevesiyle atladım kitabın üzerine, bir kaç sayfa karıştırdım ve buna gelene kadar daha neler okurum diyerek geri bırakıyordum ki, Türkiye hakkında bu kitabı (yani o filmin senaryosu olan bu kitabı) okumasın artık kimse duygusuyla yine de satın aldım!! Hala bazen içimden geçenin tam olarak bu olduğuna inanamıyorum. Belki de şöyle düşündüm; Türkiye'nin kültürel anlamda Batılı seyirciye, okuyucuya hiç bir şey sunamadığı 80ler ve 90larda o insanlar sadece ve sadece bu filmi izlediler. 2000 senesinde New York'ta ne kadar video kiralayan dükkana girdiysem hepsinde bu film vardı ve Türkiye'yi anlatan yabancı veya Türk yapımı hiç bir film yoktu. Zar zor bir videocuda Yılmaz Güney'in Yol filmini buldum ve yaşadığım Amerikalı aileyle bu filmi izledik. Türkiye için bu dönemler geride kaldı diye düşünüyorum ve çok seviniyorum. Velhasıl, çocukluktan kalma karmaşık hislerle o Midnight Express'i kaldırdım o tezgahtan...

Kitaplığımın bu ilk parçaların iç sayfalarına daha önce bütün kitaplarıma yaptığım gibi adımı, o günün tarihini ve kitabı aldığım şehri yazdım: Cenevre. Bu şehrin ismini oraya yazmak da benim için yeni bir "artık buradayım" deme şekli. Bugüne kadar, göçle ilgili o kadar çalışma oku, film izle, anlatı dinle, düşün taşın, yine de insan zihninde göç nasıl bir etki yaratıyor bunu anlamanın en garantili yolu göç etmek. Sosyal bilimlerde deney yok dediler yaptım, göç ettim. Mesafeler kısalmış mı diyelim yoksa bünyem sık yer değiştirmeye alışık mı diyelim buraya geldiğim iki hafta aslında burada olduğumu anlamadım, yani zihinsel olarak bu şehirde değildim hala. Ancak geldikten iki hafta sonra bir sabah artık Cenevre'deyim diyerek uyandım, ve zihinsel olarak buraya "göçtüm". Bir başka zihinsel sürpriz de bir kaç hafta önce Amerika'ya gittiğimde ev/şehir olarak Cenevre'yi özlememdi. Kitapların ilk sayfalarına yazdıklarım da bunun gibi, yıllarca elimin otomatik olarak yazdığı "İstanbul" yerine "Cenevre" yazmak "ben buradayım, buraya göç ettim" dedirtti bana!

Kitaplar yavaş yavaş birikmeye başladı böylelikle, salonumuzda mini bir kitaplıktan söz edebiliriz artık. Her an e-kitap okuyucu almak için harekete geçecek olsam da bunun artık kesinlikle kütüphanemin yerine geçecek bir şey olmayacağını, sadece kütüphanemi destekleyen bir gereç olacağını biliyorum. Kitaplarla şu yukarıda kurduğum ilişkiyi kaybetmek benim kendimden, hayattan aldığım taddan bir şeyler kaybetmemle eşdeğer çünkü. Kitaba dokunmam lazım, kitabı koklamam lazım gibi klişelerden bahsetmiyorum değilim, ama yukarıdaki gibi her kitap bir hikaye benim hayatımda ve bu hikayeler benim için fazlasıyla değerli.

Halihazırda süren okumalarım

Kitaplığımdaki kitaplara geri dönecek olursak Buddenbrooks bana klasiklerin önemini bir kere daha hatırlattı. Mann'ın şahsen çok yakından tanıdığı bir zümrenin, Hamburglu tüccar bir ailenin hikayesi etrafında kurguladığı bu roman, beni bir çok klasik gibi baştan sona sürükledi. Hakkında çok az şey bildiğim ve başarısız addedilen Avrupa'daki 1848 devrimleri ve toplumdaki etkileri açısından tarihsel olarak öğretici de. İngilizce okumaktan memnun değildim başlarken ama maalesef bu ölümsüz eserlerin Türkçe çevirileri çoğu zaman akıcı olmuyor ve insanı romanın kendisinden soğutuyor. J.E.Woods'un İngilizce çevirisini, bu konuda bir yetkinliğim yok ama, hiç zorlanmadan takip ettiğimi eklemeliyim.

Daha bu kitap elimdeyken Türkiye'ye gideceğimi bildiğim için Türkçe kitaplardan oluşan online bir sipariş vermiştim. Açıkçası bugüne kadar Hasan Cemal'e hiç şans vermediğimi farkedip bir kitabını da eklemiştim ilk defa: Kimse kızmasın, kendimi yazdım. Hasan Cemal'i listeme eklememin en önemli nedeni Türkiye'de her geçen gün daha vahim bir hal alan iktidarın sansürcü, baskıcı politikaları sayesinde haksızca işinden olduğu halde bütün süreçte takdire şayan bir net duruş sergilemiş olması. Bu adamın düşüncelerinin evrimini merak ettim ve kendi düşünsel tarihçesini anlattığı bu kitabı seçtim. Kitabı elime alır almaz Türkiye yakın tarihi hakkında okumayı ne kadar sevdiğimi bir kez daha hatırladım, düşüncelerini beğeniriz beğenmeyiz, Hasan Cemal çok iyi bir anlatıcı.

Türkiye yakın tarihi hakkında ne kadar okusak yine azmış gibi geliyor. O kadar çok şey öğreniyorum ki okudukça. Benim ilgimi çeken tarihsel detaylar bir yana, asıl olan Hasan Cemal'in kendisiyle hesaplaşması, bunu zihninde yaptığı şekilde kaleme alması, iç sesiyle yaptığı mücadeleyi vermeye çalışması bu kitabın en önemli özelliği. Ancak, yapmak istediği bu zor şeyi kotardığını sanmıyorum Hasan Cemal'in. 60ların sonu 70lerin başındaki düşün dünyasını bugünün parametreleriyle amansızca eleştirerek, hem kendisine hem de dönemim solcularına haksızlık ettiğini düşünüyorum bazen. Ama bu kitabı daha bitirmediğim için belki daha fazla konuşmam için erken.. Ama Hasan Cemal'i bir Halil Berktay gibi "1 Mayıs 77de solcular birbirini vurdu" gibi tekçi anlatımlar eşliğinde kişisel tarihiyle sado-mazo bir ilişki kuranlardan ayırmak da şart.

Tarihle yüzleşmek; zihinlerimiz, yazınımız ve bilim çevreleri düşe kalka uğraşıyoruz, çabalıyoruz, didiniyoruz bu yolda. Hasan Cemal'in kişisel hesaplaşmasıyla aynı anda da Ayhan Aktar'ın yayına hazırladığı Sarkis Torosyan'ın anılarını ve etrafındaki tartışmayı okuyorum- basılı olarak değil bilgisayardan. Anıların çok başındayım, o yüzden yorum yapamıyorum. Bu tartışmadan yaka silkenler de oldu, bense çok olumlu bakıyorum, Çanakkale savaşları tarihine ve başka tarihsel olaylara eleştirel bakabilmenin çok daha yakın olduğunu görüyorum Torosyan'ın anılarına bu kadar ilgi olmasından.

Cenevre'de rastladığım tek Türk yazar

Aslında daha çok Cenevre'deki kitapçılar, kitaplarım üzerinden buradaki hayatımı anlatacaktım ama baktım konu Türkiye'de tarihle yüzleşmeye çekiyor beni... Geçen gün yaşadığım bir şoku anlatarak kitapçılarla ilgili bu yazımı bitireyim. Yine aynı alışveriş caddesinde bir arkadaşımı beklerken daha önce girmediğim büyük bir kitapçıya girdim, ismi Payot, biraz dolaştıktan sonra Fransızca dışında hiç bir dilde yayın olmadığına kanaat getirip çıkmak üzereydim ki sordum, İngilizce fiction / kurgu eserlerden oluşan küçük bir bölümleri varmış, hemen o bölüme gittim. Bir kaç klasik, genellikle best sellerdan oluşan cılız bir seçki derken gözüme bir şey ilişti, bir "Sh...." gördüm sanki, evet evet bir "Shafak" gördüm, hatta bir değil iki "Elif Shafak" romanı gördüm o cılız İngilizce kurgu bölümü içinde. Aldığım Midnight Express'i bırakıp bu "Shafak"ları o raftan kaldırmak istedim, aynı çocuksu hislerle...