Saturday, July 30, 2011

Yerin Altından Çıkan Tarih Almanya - Türkiye Denemesi

ALMANYA DEMİRYOLLARINDAN TÜRKİYE’DEKİ “YABANCI” TARİHE

Almanya'da gezmeyi sevme nedenlerimden biri de neredeyse her iki nokta arasında trenle yoculuk edebilmek. Demiryolu fakiri bir ülkede yaşıyor olmanın acısını Almanya'da çıkarıyorum. Özellikle hızlı trenler favorim, ICE (Intercity Express, Almanca "itzee" diye okunuyor) trenleri vagon içi ekranlarında trenin saatte 250 kilometre hıza çıktığını görünce çocuklar gibi seviniyorum.

Almanya'ya son ziyaretimde yine bir ICE'ye binerek Berlin'den Braunschweig'a gittim. Berlin 1989 yılına kadar Doğu ve Batı diye ikiye bölünmüş bir şehir olduğu için, yakın zamana kadar Almanya'nın diğer şehirlerindeki gibi merkez tren istasyonu (Hauptbahnhof, Hbf) yoktu. İnşaatı 2006 yılında biten Berlin Hbf’yi bu Almanya seyahatimde ilk defa Braunschweig trenine binmek için kullandım. Berlinlileri bilmem ama Berlin Hbf benim çok hoşuma gitti. Trene binince boş yerlerden birine oturdum. Koltuğun cebine yerleştirilmiş Alman Demiryolları'nın aylık dergisi Mobil'in Ağustos 2011 sayısıyla paslanmış Almancamı canlandırma çalışmalarım da başlamış oldu.

Berlin Hbf'ye 700.000 Avro harcanınca ortalığı ayağa kaldıran Almanlar şimdi de 90 kilometrelik yeni bir hat inşaa ediyorlar. Çok klişe olacak ama biz daha iki kıtayı trenle bağlayamadık, millet hat üstüne hat yapıyor. Ştutgart-Ulm hattının maliyeti 2,89 milyar Avro, yarasın! Mobil dergisindeki makale hat çalışmaları sırasında yerin altından çıkan Roma dönemine ait eser(!)lerle ilgili. Haberde kazı çalışması yapan arkeologların araziden bir resmi ve bu hattın kazısında ortaya çıkmış iki tane minik bronz aletçiğin resmi var.



Üçüncü bir resim de hat çalışmasının tepeden bir fotoğrafını gösteriyor. Yemyeşil tarlaların ortasından geçen hattın planları yapılırken arkeolojik bulguların çıkabileceği öngörülmüş.



Küçümsemek gibi olmasın ama, biz de geçtiğimiz senelerde Marmaray projesinin inşaatı sırasında küçük alet ve amiyane tabiriyle çanak çömlek değil bir liman bulduk, liman... Türkiye’deki bilim insanlarının arkeoloji tarihi için milat olarak kabul ettiği, bir liman, 35 tekne ve bir köy açıkçası bizim milyar dolarlık proje için biraz sürpriz oldu. Şu antik Yunanı Bizansı bir bitiremedik arkadaş... Kazdıkça çıkıyor, acaba yıllardır İstanbul’a kazınca çıkacak bu tarihten dolayı mı kazma vuramadı vatansever siyasilerimiz.

YABANCI TARİH

Meseleyi sulandırmak istemiyorum, ancak Marmaray kazılarında çıkan mirasa bakışımızın bizim tarih anlayışımızın bir yansıması olduğunu görüyorum ve üzülüyorum. Çoğu kentbilimci bu projeyi bu hazinenin ortaya çıkmasındaki önemi sebebi ile kutsarken, siyasi iktidar projenin kazılar nedeniyle gecikmesinden dert yanmaktan başka bir şey yapmıyor. Bu yakınmanın özüne indiğimizde, toprağın altından çıkanın “yabancı” olduğu için sahiplenilmediğini düşünüyorum.

Lozan anlaşmasıyla tanımlanan azınlıkları, vatandaşlık anlayışımızın bütünleştirici felsefesine rağmen bir türlü vatandaş olarak kabul etmedik. Hem resmi azınlık statüsünde olanları hem olmayanları Müslüman - Türk olmadıkları için dışlarken, Türk olmak istediklerinde de bu isteklerini kabul etmedik. Her fırsatta yasalarda bu yönde hükümler olmadığı halde onları “yabancı” ilan ettik. En son Anayasa Mahkemesi de bu ikilemi yasalaştıran, yani azınlıkların Hıristiyan oldukları sürece “yabancı ırk ve millet” olduklarını belirten bir karar aldı (Radikal, 24.07.2011). Süryani dilini “yabancı ırk ve millet dili” olarak tanımlayan mahkeme bu pratiği yasa haline getirdi ve anadilde eğitim gibi bir tartışma içinde olanlara dolaylı yoldan haddini bildirdi.

Rumlar ve Ermeniler uluslararası hukuk terminolojisinde “resmi azınlık”, nüfus cüzdanlarında damgaladığımız şekilde “Hıristiyan”, zihinlerde ve Anayasa Mahkemesi içtihat kararlarında ve alenen milliyetçi ve Billig’in tabiriyle “banal milliyetçi” zihinlerde “yabancı” olarak tanımlanırlar ve buralı görülmezler. Bu hukuki ve toplumsal anlayışın üstüne kurulu devlet aygıtı Rumlar ve Ermeniler’in mirasçısı olduğu Antik Yunan’ı, Roma’yı, Bizans’ı ve kadim Ermeni krallıklarını hiç kendi mirası olarak kabul edebilir mi? Tabii ki hayır.

İster Marmaray’ın inşaatından çıksın, ister olası bir baraj, HES inşaat alanında olsun, bu tarihin adı “arkeolojik şey, çömlek”, “yok öyle bir yer” gibi tamlamaların ötesine gidemez. Bu yabancı tarihtir ve ya “Ani” – “Anı” örneğinde olduğu gibi Türkleştirilecek, yani Allinoi örneğinde olduğu gibi yok sayılacak ya da Marmaray inşaatı projesinde olduğu gibi “çanak çömlek” addedilip değersizleştirilecektir. İzmir gavurluktan kurtarılacak, İstanbul’da Taksim meydanı yıllardır hiç bir proje ile Türkleştirilemediği için dizler dövülecek, en sonunda bir espri olarak ortaya atılan Taksim Kışlası, Osmanlı dönemi “Türk” mimarisini yadetmek için inşaa edilecektir.

Bu anlayış içinde olan Türkiye Cumhuriyeti devleti Osmanlı’nın son döneminde çeşitli yollarla bugunkü Türkiye sınırları dışına çıkarılan tarihi eserleri geri istemektedir. Acaba Berlin’deki Bergama müzesindeki Zeus Altarını, İkinci Dünya Savaşında Berlin sıcak savaşın yaşandığı bir cephe olmasına rağmen, zarar almadan korumuş olan Almanya’dan iadesini aldıktan sonra üzerine çimento dökmeyi mi planlamaktadır yoksa kum mu? Ya da tersini düşünecek olursak bu “yabancı tarih” ancak elimizden çıkıp Batılı ülkelerde büyük kıymet atfedilerek teşhir edilirse mi milli bir karakter kazanmakta ve Türkiye’ye iadesi istenmektedir?


YABANCI TARİHİN DERS KİTABI SÖYLEMİNDE DE YOK SAYILMASI

Azınlıkların ve yerin altından çıkan tarihin yabancı sayıldığı bir ülkede ders kitaplarında bu topraklardaki Antik – Yunan, Roma ve Bizans tarihleri anlatılmaması da aynı olayın bir başka boyutu olarak karşımıza çıkıyor. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren tarih kitaplarında geniş yer bulan Antik Yunan, Roma ve Doğu Roma (Bizans) tarihi özellikle 1980 sonrası kitaplarda bir kaç cümle haricinde neredeyse hiç kullanılmadı. Tarih kitaplarının sadece tarihi değil bir ülkenin milli kimlik kurgusunu da yansıttığı düşünülürse Türk kimliğinden hangi uygarlıkların özenli bir şekilde dışlandığını ve milli kimliğin bu inkar üzerinde inşa edildiğini görmek zor değil. Bu anlayış aynı zamanda Avrupa ile ortak tarihsel bağlarımızın reddine de yol açtı.

2005 yılında yenilenen müfredat programı dahilinde lise tarih kitaplarında Eski Yunan, Roma uygarlıklarına yer veriliyor, Anadolu’daki Bizans hakimiyetinden kısa da olsa söz ediliyor. Bir zamanlar yok sayılan bu tarihten bahsedilmesi şüphesiz çok önemli bir gelişme ancak bu uygarlıklarla arada bir bağ kurulması, ötekileştirilmemesi, kültür mirasımızın önemli ve “bize ait”, yabancı olmayan bir parçası olarak görülmesi hem tarih bilincini geliştirip, yerin altından çıkan şeylere “yabancı tarih” gözüyle bakıp görmezden gelmeyi engelleyecek hem de dolaylı olarak Türkiye’de yerleşmiş olan azınlık kültürlerinin “yabancı” olarak tanımlanmasının önüne geçilecektir.

Ders kitaplarından şehirciliğe, mahkeme kararlarından siyasi söyleme kadar sinmiş olan bu ayıbın önüne geçilmediği sürece biz Asya ve Avrupa’yı trenle bağlayalım ne fayda. Avrupa ile olan tarihsel bağlarımızı kestirip attığımız sürece Marmaray sadece bir demiryolu bağlantısı olmaktan öteye gidemeyecektir.

Monday, July 18, 2011

sporsuz olmaz - tez yazarken boğazı geçmek

BOĞAZİÇİ KITALARARASI YÜZME YARIŞLARI


Bir kaç yıldır temmuz aylarında bir haftasonu, medyadan Boğaziçi Yarışlarının yapıldığını görür, bu sene yine kaçırdım diye üzülürdüm. Başvurularının duyurusu neredeyse hiç yapılmayan bu yarışı eğer kendi isteğinizle aramazsanız, yıl içinde kesinlikle karşınıza reklamı çıkmıyor.

Bu yıl bahar ayları geldiğinde, Bahçeşehir Üniversitesi’nden benim gibi hevesli bir arkadaşımla yarışla ilgili internette bir arama yaptık. Çok da zor değilmiş, yarışın kendi web sitesi var: www.bogazici.cc Başvuru tarihi, ücret, seçmelerin tarihleri, önceki yarışlarda dereceler vb. herşey net bir şekilde açıklanmıştı. Formu doldurup, katılım ücreti olarak 60’ar TL yatırıp başvurduk. Benim gibi amatör biri için bu 60 TL hala bir soru işareti olarak duruyor. Eğer seçmeleri geçememe ihtimali varsa, ki var, bu 60 TLyi ne için vermiş oluyorduk?

Aklımda bu gibi sorularla antrenmanlara başladım, oofff o 6,5 kilometrelik parkur nasıl bitecekti? Ben ancak 1,5 km. yüzebiliyordum havuzda. Tamam deniz çocuğuydum ama hayatımda hiç yarışa katılmamıştım. Hemen daha önceden bu yarışa katılmış yüzücü arkadaşım Ferhat Sezer’i aradım. Ferhat o gün bana dedi ki 1 saat 20 dakika hiç durmadan yüzebilirsen Boğazı da geçersin. Bu cümle benim antrenman sloganım oldu, 45 dk.lık antrenman süremi 1 saat 20 dakikaya kademeli olarak çıkarmaya çalışıyordum ki, seçme kriterleri seçmelere bir kaç gün kala websitesinde ilan edildi.

SEÇMELER

Seçmelerde adaylar 400 m. yüzecek, 8. dakikalık sürede 400 m. yi bitiremeyenler elenecekti. Ertesi sabah antrenman yaptığım Boğaziçi Üniversitesi açık havuzdaki yardımsever arkadaşların eline kronometreyi tutuşturdum, 400 m.yi 9:30 da yüzebiliyordum ben. Aldı mı beni bir telaş, 60 TL çöpe gittiği gibi yarışlara katılmak da bir hayal olmuştu. Böyle bir seçme kriteri daha önceden ilan edilmiş olsaydı, belki bana göre değilmiş deyip başvurmaktan vazgeçecektim. Yazının başından hemen sonunu getireyim: ben 400m.yi 9:30 dakikada yüzen biri olarak, 6,5 km.lik Boğaz parkurunu 1 saat 16 dakikada tamamladım. Bu nasıl oldu?

Daha önceden yarışlara katılmış arkadaşlarımı aradım, önceki yarışlarda böyle bir kriter olmadığını söylediler, e biz de bu topraklarda doğup büyüdük, Türkiye’de bazen alelacele konan kriterler, uygulanan cezalar o kadar yüksektir ki, esneme ihtimali çok yüksektir. Bu mantıkla seçmelere katıldım. Nitekim 25 Haziran sabahı Ataköydeki olimpik havuzun Nil yeşili suyuna daldığımızda, bizim kulvarı izleyen antrenör, “teknik ve nefes iyiyse 11 dakikada bile yüzeni alırım” dediğinde, bu kriterin de kendine güvenmeyenleri caydırmak için konulduğu ortaya çıktı.

SEÇMELERDEN YARIŞA DOĞRU

Seçmeleri geçtim, ancak yalnız başımaydım, seçmeleri geçen, seçmeye girmeden katılan lisanslı yüzücülerden ve yabancı katılımcılardan oluşan toplam 1200 kişiden bir Allahın kulunu tanımıyordum. Antrenmanları 1 saat 20 dakikaya çıkardım ve haftada üç gün yüzdüm. Yarışa iki gün kala parkur tanıtım gezisine gittiğimde içim biraz rahatladı çünkü katılımcıların arasında benim gibi sadece egzersiz amaçlı yüzen çok kişi vardı. Herkesin ağzından çıkanı can kulağıyla dinledim bu süreçte. Belki 10 kişiyi de dinledikten sonra karadan çok iyi bildiğim Boğaz parkuru kafamda şöyle netleşti:

Kanlıcadan atladığında ikinci köprüyü ortalayana kadar çapraz yüz, ikinci köprüyü tam ortaladığında karşıda görünen devasa elektrik trafo direğini hiza alarak yüzmeye devam et, bu şekilde Kandilliye kadar gel, rasathaneyi geçerken yine boğazın ortasında ol, ama Rasathaneye daha yakın ol, Aşiyan fenerine çok yaklaşma, sakın ha Bebek koyuna gireyim deme, çıkamazsın, buradan itibaren birinci köprünün Anadolu yakasındaki ayağını hiza al, Galatasaray adasının açığından yüz, ama Anadolu yakasına yaklaşma, adayı geçer geçmez tam sağa kır, sakın ha açıkta kalma, bitiş noktasının gerisine düşersin. Bir de ek olarak, en son 150 – 200 metrede ters akıntı var, enerjini oraya sakla. Parkur tanıtım gezisinde yanımda olan Kolombiya asıllı Kanadalı Hernando’nun dediği gibi bütün kitap bilgilerine haizdik, iş bunları uygulamaya kalmıştı.

YARIŞ



Yarış sabahı yaş gruplarına göre sınıflandırılmış 3 farklı tekneyle Kuruçeşmeden parkur başlangıcı olan Kanlıca’ya giderken bütün bu kitap bilgileri hiç bir şey ifade etmiyordu. Acaba bitirebilecek miyim heyecanı ağır basıyordu? Heyecanı bastırmak için yanımdakilerle sohbet ettim, İngiltereli 20 kişilik bir grup vardı, bir hafta güneyde yelkendeymişler, sonra da Boğaz yarışına katılmaya gelmişler. Amerikalı, Hollandalı yüzücüler de vardı teknemizde, genellikle kadınlar. Sağolsunlar Türkiye’den 108 kadın sporcunun katıldığı yarışa yabancı 110 kadın sporcu katılarak, 1/6 olan kadın/erkek oranını 1/5 e çıkardılar.

Bu yarışın en zor kısmı 1200 kişi neredeyse aynı anda Kanlıca iskelesinden denize atlamak. Radikal yazarı Gökçe Aytulu’nun da dediği gibi 50 – 60 m. boyunca suya değmek çok zor, her taraf insan dolu. Benim de üstümden, yanımdan iki kulaçta bir insan geçti ilk iki dakika. Bu mücadeleden sağ salim çıkıp etrafıma baktım, dört bir yanım boğazı ortalamak için kulaç atan insan doluydu, bu kadar güzel bir manzara olacağını düşünmemiştim. İçimde hiç korku kalmadığı an bu andı, hiç tanımadığım yüzlerce kişi aynı hedef için kulaç atıyorduk ve onların varlığı bana güç veriyordu. Uzun bir süre iki yanımın da yüzücülerle dolu olması ayrıca doğru rotada yüzdüğümü garantiliyordu.

İkinci köprüye az bir mesafe kalmıştı ki, artık diğer yüzücülerle mesafem epey açılmıştı, rahatlamıştım, ayakların çıkardığı beyaz köpükler dağılırken yine de yalnız olmadığımı anladım, bu sefer deniz anaları bana yoldaşlık etmeye kararlıydı. İlk iki taneyi sağa ve sola doğru manevralarla geçtikten sonra, denizanalarının sıklığı bu manevraların gereksiz olduğunu kanıtladı, sanki suyun yüzeyinden 50 cm. kadar aşağıda asılı kalmış gibiydiler. Değmezler herhalde derken ikinci köprünün soğuk olduğu iddia edilen gölgesine geldik, açık söylemek gerekirse bana mısın demedi. Sağdan nefes aldığım için bütün görkemiyle Rumeli Hisarı’nı seyrettim yüzerken, akıntı lehimizeydi, kulaçlar yormuyordu. Rasathaneyi geçtikten sonra şöyle bir mola verip boğazı 360 derece seyreyledim, ben dünya üzerinde buna benzer bir yarış parkuru olabileceğini pek sanmıyorum, kelimenin tam anlamıyla benzersizdi.

Galatasaray adası menzile girdiğinde artık yarışı bitireceğime şüphem yoktu, saatime ilk defa baktım, henüz 40 dakika geçmişti. 1 saat dolmadan bitiririm düşüncesindeydim. Nefesim iyice açılmıştı, hiç zorlanmadan gidiyordum, finişi gördüm ve söylenilenlerin aksine 45 derecelik açıyla hedefe kilitlendim. Biraz sonra bir baktım ki finiş neredeyse tam sağımda kalmış, Galatasaray adasından sonra “tam sağa kırın” demenin ne demek olduğunu o an anladım ve tam sağ yüzmeye başladım, yarışın en zor kısmı burasıydı, kıyıya yaklaştığımız için ayaklarımıza takılanlar arttığı gibi kıyıdan gelen akıntı, hızımızı kesiyordu. Burada biraz tempoyu artırdım ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen son bir kaç yüz metreyi tamamladım. Bitiş noktasında benimle çok yakın zamanda bitiren bir sürü yüzücü vardı. Sudan çıktığımda, bu yarışa katılma konusunda yılmadığım için kendime ve beni destekleyen herkese içimden teşekkür ettim. Kolumuzdaki çipler sayesinde yarış sonuçlarını anında ekrana taşıyan billboardun oraya gidip dereceme baktım, parkuru 1 saat 16 dakikada tamamlamıştım. Günün geri kalanı beni bekleyen eşim ve arkadaşlarımla kutlamalarla geçti.




YARIŞIN ARDINDAN

Yarıştan sonra herkesin ilk sorusu güvenlikle ilgili oluyor, yarış boyunca kendimi güvende hissetmediğim tek bir an bile yoktu. Kuleli Askeri lisesini geçerken yanıma görevli bir zodiac yanaştı, ben çok hafif bir o tarafa baktım ama yüzmeyi durdurmadım, sanıyorum asayiş berkemal olduğu için onlar da uzaklaştılar. Yarış günü olan organizasyon çok iyiydi (çantaları emanete bırakmak hariç), görevliler başından itibaren hep güleryüzlüydü, yarış öncesi dikkatimi çeken eksiklikleri fazlasıyla unutturdular.

Boğazı geçmek, küçüklüğümde büyüklerimizden dinlediğim andan itibaren benim için bir hayaldi. Bu yarışla sadece boğazı karşıdan karşıya geçmedim, toplam 6,5 kilometrelik büyüleyici bir parkurda yüzerek süzüldüm. Yüzmeye, denizlere gönül vermiş benim gibilerin katılımıyla bu muazzam yarışın her sene daha çok kişinin ilgisini çekeceği aşikar. Organizatörler için belki de derece için yarışanlar ile sadece bu benzersiz olayı tecrübe etmek isteyenler arasında bir ayrım yapmanın zamanı geldi.


Tuesday, May 24, 2011

AKP'nin secim kampanyasında ders kitapları




AKP'nin secim kampanyasında iki dönem iktidarları boyunca yapılan icraatlar, bazen kendileri tarafından yapılmadığı halde (bkz. uygun fiyatlı uçuşlar), seçmene "hayaldi, gerçek oldu" mesajı ile aktarılıyor. Bu icraatlardan biri de ders kitaplarının ücretsiz dağıtılması. Seçim afişinde bugüne kadar 1 milyar ders kitabının ücretsiz dağıtıldığı belirtiliyor.

Ders kitaplarının ücretsiz dağıtılması kuşkusuz çok önemli bir gelişme, hatta bunu Türkiey'de sosyal devlet gelişiyor, artık ders kitapları bile ücretsiz dağıtılıyor diye okumak mümkün. Ancak ders kitaplarının ücretsiz dağıtılmasının ailelerin üzerindeki eğitim masraflarını azaltmak kadar devlet okullarında ders kitapları tekeli yaratmak gibi bir etkisi de var. Bu da son iki dönemde demokratik olduğunu iddia edip daha da otoriter tavırlar sergileyen AKP iktidarının karakteristiklerinden birine işaret ediyor.

Ders kitaplarında serbest pazar ekonomisi

Türkiye'de ders kitapları 1976 yıına kadar tek tipti, devlet eliyle basılıyor ve dağıtılıyordu. 1976 - 1977 yılı itibarı ile "ısmarlama ders kitapları" süreci başladı ve ders kitapları devlet kurumları tarafından değil, bu iş için belirlenen kişilere ısmarlama yöntemiyle yazılmaya başlandı.

Örneğin bu süreçte lise tarih kitaplarına bakacak olursak, Türk Tarih Tetkik Cemiyeti (bugünkü Türk Tarih Kurumu) tarafından yazılan kitaplar, 1931 yılında okullarda okutulmaya başlandı ve 1950 yılına kadar kullanıldı. (Dört ciltten oluşan bu tarih kitaplarının 1. cildi 1939 yılında Şemsettin Günaltay tarafından gözden geçirilmiş ve yenilenmiş, diğer ciltler yeniden basılmıştır.)

1950 yılından 1976 - 1977 eğitim öğretim yılına kadar da Emin Oktay tarafından yazılan tarih kitaplarının tekeli devam etti. 1976 - 1997 yılı itibarı ile okullarda okutulacak birden fazla seçenek oldu. Yine tarih kitapları örneği üzerinden gidecek olursak hem Emin Oktay kitapları hem de Altan Deliorman ve İbrahim Kafesoğlu tarafından yazılan tarih kitapları ders kitabı olarak okutluyordu.

1980li yıllardan itibaren, Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı Talim Terbiye Kurulu tarafından hazırlanan müfredata uymak şartıyla farklı yazarlar tarafından yazılan bir çok kitap piyasaya sürüldü. Hangi okulda hangi kitabın okutulacağı ders öğretmeni ve okul yönetiminin kararına bırakıldı.

2003-2004 yılından itibaren devlet okullarında kitaplar ücretsiz dağıtılmaya başlandı. Bu kitaplar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından basılıyor. Bu şekilde aynen tek parti döneminde ve daha sonrasında olduğu gibi okullarda sadece tek tip kitap uygulamasına geçilmiş oldu. Özel okullarda ise devletin ücretsiz dağıttığı bu kitaplar para ile satın alınabiliyor, veya Talim Terbiye Kurulu onayli diğer kitaplar tercih edilebiliyor.

Yardımcı kitaplara getirilen serbesti
Ders kitapları bu tekel sistemi ile yürütülürken yardımcı kitaplara da serbesti getirildi. Daha önceden yardımcı kitap olurak okutulan dergi, makale vs. gibi yayınlar 2003 yılından itibaren böyle bir onaya tabi olmadan yardımcı kitap olarak okutulabiliyor. Bu da özellikle biyoloji derslerinde evrim teorisine karşı çıkan yayınları ile ünlü Harun Yahya isimli yazarın eserlerinin yardımcı kitap olarak okutulması ile gündeme geldi.

Thursday, April 7, 2011

2005 yılında basılmış bir Lise 2 Tarih kitabından alıntı:

Avrupa tarihinin 3 yüzyılını 10 sayfada anlatan bu kitap bakın büyük düşünürleri hap bilgi olarak nasıl veriyor:

“Sanayi İnkılabi ile gelişen ekonomi, özel bir alanı oluşturdu. Gurne, ticarette liberal sistemi savundu. Adam Smith (Edım Smith), tüm ekonomik doktrinleri bir kitapta topladı. Dekart’ın (Descartes) etkisi ile sosyal bilimlerde akılcı görüşü benimsendi. Volter (Volter), Ruso (J. J. Rousseau) ve Monteskiyö (Montesque) eserlerinde baskı ve zulüme karşı yazılar yazarak, egemenlik kavramını açıkladılar. Müzikte Bah (Bach), Haydın (Hayden), Mozart (Motzart) ve Betofin (Betthoven) ölümsüz eserler verdiler.”